ATATÜRK İLK DÜĞMEYİ YANLIŞ MI İLİKLEDİ?
Cumhuriyetin
kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Türk Milletine bir devlet hediye yetti. Yine de
birçok kişi Mustafa Kemal’den adeta nefret etmektedir. Bugünkü Türkiye’de
yaşayıp da Mustafa Kemal’e minnet etmemenin altında yatan gerçek nedir? Mustafa
Kemal neden birçok Türk insanına yaranamamaktadır? Sahi, Mustafa Kemal ilk
düğmeyi yanlış mı ilikledi? Doğal olarak sonrakiler de yanlış mı iliklenmiş
oldu?
Bu
soruların cevabı için önce kısa bir tarih turuna çıkmalıyız. Roma
İmparatorluğunda Yahudilik resmi bir din olarak tanınırken Hristiyanlık
önceleri cezalandırılmış, sonraları ise devlete tehlike oluşturmadığı sürece
görmezden gelinmiştir. Nihayet MS 313 yılında yasal statü kazanan Hristiyanlık
MS 380 yılında ise Roma İmparatorluğunun resmi dini olmuştur. Elbette Roma
İmparatorluğu birden bire Hristiyan olmamıştır. MS 476 yılında dahi
Hristiyanlık, imparatorluk içinde yayılma aşamasındaydı. Ancak yine de birkaç
asır önce dinleri dolayısıyla işkence ve zulüm gören insanların imparatorluk
içinde geldikleri noktaydı göz kamaştırıcıydı. Artık kilise etkinliğini yavaş
yavaş artırmaya başlamıştı. 476 ve 1500 yılları arası Orta Çağ nam-ı diğer “Karanlık
Çağ” olarak adlandırılır. Kilise bu çağda gücünün doruklarına ulaştı. Din,
bilim, adalet, siyaset, ekonomi, kültür, sosyal yaşam tamamen kilisenin
kontrolü ve idaresi altındaydı. Böyle bir gücü denetleyen başka bir güç de
olmayınca kilise tam anlamıyla zıvanadan çıktı diyebiliriz. İnsanlar üzerinde
kurduğu korku imparatorluğu kiliseye diş bileyenlerin sayısını her geçen gün
artırıyordu. Halkı kafasına göre yargılayan, binlerce insanı diri diri yakan,
cennetten arsa satan krallara taç giydirip onları kutsayan, İncil’i kullanan,
kendi doğrularından başka hiçbir doğruyu kabul etmeyen, zenginleştikçe
zenginleşen ve güç zehirlenmesi yaşayan kiliseye elbette bir gün dur
denilecekti. Coğrafi keşiflerin Rönesans’ı, Rönesans’ın reform hareketlerini
tetiklemesiyle kilise için çember daralmaya başlamıştı. Aydınlanma çağı denilen
17. ve 18. yüzyılları ve bu yüzyıllarda yetişen aydınlar! Kilisenin fişini
tamamen çekmiştir. Söz konusu aydınlar kilisenin şahsında dine savaş açmış,
artık akılcılık ve deneycilikten başka çıkar yol olmadığını savunmuşlardır.
Zaten kiliseden bıkmış olan halk, aydınların bu saldırılarına sadece omuz
silkerek zımnen destek vermişlerdir. Artık yeni din özgürlüktü. Bundan böyle
herkes tanrıydı. Kim, ne isterse yapabilirdi. Ne kilise ne de başka bir otorite
insanı sınırlayamazdı. Sonra ne mi oldu? Avrupa hemen hemen her alanda gelişti.
Yani Avrupa’nın önündeki tek engel kilise veya başka bir ifadeyle din gibi
görünüyordu. Peki, bu bakış açısı doğru muydu? Evet, doğruydu. Hemen her şeyde
olduğu gibi bilimin önündeki en büyük engel de kiliseydi. Din adamları üstelik
İncil’i dahi referans almadan ürettikleri verilerle çatışan her bilgiyi yok
edip, bilgi sahibini de öldürüyordu. Kilise hiçbir zaman bilim ile ele ele
yürümedi. Daima bilimin sırtında seyahat etti. İnsanlar kilisenin yaptıklarını
hiçbir zaman unutmadı. Aydınlarla el ele vererek her fırsatta kiliseden bir
parça kopardı. Bugün de hala intikam devam etmektedir. Bugün kilise bir
zamanlar fil iken artık çekirge mertebesine getirilmiştir. Sadece biblo görevi
görmektedir. İnsanlar kilisenin en ufak bir imtiyaz elde etmesine şiddetle
karşı çıkmaktadır. Sicili bozuk kilise aslında kendisine reva görülen bu
muameleyi Orta Çağ’da yaptıkları nedeniyle fazlasıyla hak etmektedir. Tekrar
canavara dönüşmemesi için her yerinden zincirlenmiş ve sembolik olarak
varlığını sürdürmektedir.
Özgürlük,
bazen sınırları aşan tuhaflıklar ortaya çıkarsa da çoğu zaman yeniliklere ve
icatlara ışık tuttu. Bilimin rüzgârını ardına alan Avrupa siyasi, ekonomi,
askeri, sınai ve daha pek çok alanda ilerleme kaydetti. Kısaca modernleşti,
çağdaşlaştı, muasır bir medeniyet haline geldi. Yani bugün olmak istediğimiz
Avrupa şeklini aldı.
Atatürk
doğum yeri itibariyle kozmopolit bir şehirde büyüdü. Payitahtta yasak olan
birçok eser, Selanik’te rahatça bulunabiliyordu. Çok okuyan bir kişiliğe sahip
olan Mustafa Kemal haliyle birçok aydınlanma dönemi yazarlarını yani aydınların
eserlerini okudu. Yukarıda da kısaca bahsettiğimiz üzere aydınlanma dönemi
yazarları genel olarak kilisenin (dinin) amansız düşmanlarıydı. Mottoları ise
dinden sıyrılarak bilimin ve aklın rehber edinilmesi şeklindeydi. İddialarını
da kilise dönemi Avrupa ve kilise sonrası Avrupa karşılaştırmalarıyla adeta
ispatlıyorlardı. İşte Atatürk için kritik nokta burasıydı. Okuduğu yazarların da
etkisiyle kiliseyi ve Avrupa’yı gözlemleyen Atatürk medenileşmenin önündeki en
büyük engelin din olduğu kanısına vardı. Osmanlı’yı gözlemlediğinde de bu
kanısını güçlendiren birçok örnek gördü. Yozlaşmış medrese eğitimi, fen
bilimlerine önem verilmemesi, “beşik ulemalığı” gibi saçma sapan uygulamalar,
Osmanlı’nın gitgide zayıflaması ile birleşince ortaya gayet soslu bir hipotez
çıktı: Osmanlının gelişmesinin önündeki en büyük engel din yani İslam’dır.
Daha
Samsun’a çıkarken padişahlığı da halifeliği de kaldırmayı kafasına koymuş olan
Mustafa Kemal, Nutuk adlı eserinde söylediği gibi takıyye yapmış, gerçek
niyetini gücü eline geçirinceye kadar kalbinde saklamıştır. Eğer halka gerçeği
söylemiş olsaydı yani yalan söylemeseydi asla başarılı olamazdı. Hele ki
padişahlıktan sonra kuracağı devletin niteliklerini açıklamış olsaydı bırakın
başarılı olmayı anında linç edilir, cesedi sokaklarda dolaştırılırdı. Bunların
farkında olan Atatürk, her fırsatta padişahı korumak için çalıştığını dile
getiriyordu. Dini görüntüler vermeye de ayrıca dikkat ediyordu. Nihayet tüm
ipleri eline alınca getirdiği ideoloji ile halk ile İslam’ın bağını kesti. İlke
ve inkılaplar adıyla yaptığı onca uygulama ile din toplumsal alandan çekip
alınarak sadece birey ile tanrı arasına sıkıştırıldı. Hatta bunu bile çok
görerek din ile olan irtibat sembolik seviyeye getirildi. Böylece Mustafa Kemal
ilk düğmeyi yanlış iliklemiş oldu. Haliyle bundan sonra ne yapsa yanlış
olacaktı. Mustafa Kemal’in en büyük hatası İslam ile Hristiyanlık tarihini
aynılaştırmak ve Avrupa’nın dinden uzaklaşarak gelişmesi gibi Türkler de
İslam’dan uzaklaşırsa gelişip modern bir devlet olacağını düşünmesiydi. Oysa
İslam hiçbir zaman bilim ile çatışmadı. Daima el ele oldu. İslam’ın ve bilimin
aynı zaman diliminde doruğa ulaştığı tarihi anlar bu iddianın en büyük
kanıtıdır. Avrupa sefalet ve namedeni bir hayat yaşarken bilim ile İslam bin
yıl Müslümanlara müreffeh bir hayat sunmuştu. Ne zaman ki gerileme başladı tüm
suç dine yıkıldı. Elbette İslam adına hareket eden din adamlarının da
gerilemede payı vardı. Ama pay her kurum ve hatta Müslüman toplum için de
geçerliydi. Yani herkes sorumluydu. İslam’ı günah keçisi ilan etmek aslında
işin kolayına kaçmak demekti. Nitekim geçen 100 yılda devlet, toplumsal
hayattan dini neredeyse tamamen sıyırmasına rağmen bir arpa boyu yol alınamadı.
İki dünya savaşı geçiren Almanya kaç kez küllerinden doğdu. Osmanlı ile
birlikte savaşı kaybeden ve Sevr benzeri bir barış anlaşmasına imza koyan
Almanya çok değil 15 yılda, değil Avrupa’ya, dünyaya kafa tutacak bir güce
ulaştı. Türkiye 100 yıl geçmesine rağmen halen bu güce ulaşamadı. Çünkü Türkiye
salonda kaybettiği iğneyi 100 yıldır mutfakta arıyor. Halk yaptığı seçimlerle
tüm gücünü dinini korumakta kullanmaktadır. Devlet ise hala gerilemenin
önündeki din engelini kaldırmakla mücadele ediyor. Yapılan bu bilek güreşi
nedeniyle Türk toplumu olarak bilime, ekonomiye, siyasete ve daha pek çok alana
enerji ayıramamaktayız. Hristiyanlık
tarihi ile İslam’ı ve İslam tarihini yargılamak en hafifinden cahilliktir.
Devlet halkın inancının önünden çekilmeli ve devlet yönetiminde halkın inancı
etkin olmalıdır. Yoksa bin yıl da geçse yerimizde saymaya devam edeceğiz.
Yorumlar
Yorum Gönder